Alışkanlık oldu gibi, son haftalarda yazılarımı bir yerlerde beklerken yazar oldum.
Farklı farklı yerlerde, mekanlarda. Hatta geçen gece Kakaolu Fındık Kremaları konusunu FSM Acilde yazmıştım.
Zaten yetmeyen, sanki 24 saatin hızlandırıldığı günümüzde, üstelik bu hızlanmayı görmeme rağmen iyi yönetemediğimi düşündüğüm zamanı az buçuk da değerlendirmiş oluyorum sanki.
Bir proje takdimi için tanınmış bir holdingin toplantı salonundayız. Muhatabımız toplantı başında gelen çok önemli bir telefon nedeniyle üretime inmek zorunda kaldı, güzel bir mekan sıkılmadan oturuyoruz.
Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Toplantı Odaları, bekleme salonu, hatta kurumun girişi çok ama çok önemli ziyaretçi yada o kurumla iletişim, ticaret içinde olacaklar olanlar üzerinde yaratacağı etki açısından. Tıkış tıkış eşyalarla gelişigüzel değil, uzman desteği de alarak tefriş edilmeli, konuğa huzur, güven verecek tarzda dekore edilmeli bu ortamlar. Objeleri ve renkleriyle.
Öyle bir kurumdayım, beklemekten de şikayetçi değilim, akşam trafiğine kalabiliriz endişesi taşısam da.
Başlamışken öğlen yemekte gözlemlediğim bir konuyu üniversite yıllarıma giderek paylaşayım istiyorum.
İş insanlarının çoğunlukta olduğu bir mekanda yedik öğlen yemeğimizi. Sağ yanımda ki masada yemek yiyen hanımlardan birinin dilimlenmiş ekmeklerin içlerini çıkarıp sadece kabuk kısmını yediğini fark ettim.
Aslında çok kere karşılaştığımız, belki bizim de yaptığımız regüle bir durum. Hatta köfteciye, dönerciye ekmek arası yaptırırken içini al, bir buçuk yap çok demişizdir. Dahası kendimden örnek vereyim bi 10 yıl kadar önce Bostancı Meydanda ayda bir kez ekmek arası midye yaptırıp sahilde kayaların üzerinde yerken ben de öyle yapıyordum.
Niye?
İçi, hamur, zaten kiloluyuz, daha da kilolanmayalım.
Eminim, öğlen yemekteki hanımda öyle düşünüyordu.
İyi de bunun doğruluk payı var mi?
Neticede ekmeğin içi, dışı, her tarafı aynı hamurdan. Değişen sadece daha fazla pişen kabuk – dış kısmı ise bunun nasıl bir farklılığı olabilir ki! Bizim Serkan Naci Koç Hocanın ilgi alanına giriyor ama burada yazmış olduk. (Akşama Çiftçi Fırın, Birol’a da sorarım ya)
Geleyim yıllar öncesine…
70’lerin sonu Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesinde okurken ağırlıklı Kral Otel’de kaldım. Pazar kökenli hemşerimiz Yılmaz Ailesine ait, o yıllarda Erzurum’un en iyi oteli…
Kral’dan daha iyisini de o yıllarda Oral Ailesi terminal kavşağında yaptırıyor. Kurucu Müdür olarak transfer ettikleri İstanbul Hilton’dan emekli yönetici Selim Ergüven beyde bizimle Kral Otel’de kalıyor. Selim Beyi belki bir gün ayrıca yazarım, otelde kalan 10 kadar öğrenci arkadaş kendisinden çok şey öğrendik, muhtemelen ebediyete intikal etmiştir. Nurlar içinde uyusun.
Kral Otelin lobisindeki mutfak, kantin, restoran, kafe karışımı işletmeyi Zeki isminde şirin bir abi çalıştırırdı. Müthiş parayı sever, ütüleyerek de cebine koyardı.
Fiyatlar makul değildi. Şikayetçiydik. Bir sabah Selim Beyin de olduğu kahvaltıda yaptığı yeni zammı eleştirmeye kalktığımızda mutfağa gidip bir sepet ekmek içi ile gelmişti.
“Siz benim ne kadar ekmek maliyetimin olduğunu biliyor musunuz, çoğu ekmeğin içini ayırdığından iki misli ekmek maliyetim var, zam yapmak zorundaydım” gibi ifade de bulundu.
Ve 37 yıldır unutmadığım, hatta kulağıma küpe yaptığım Selim Ergüven Beyin Zeki’ye verdiği cevap:
“Sana şimdi öğreteceklerimle yarından itibaren biriktirdiğin ekmek içi dörtte birine düşecek. Ama sende masadaki öğrenci arkadaşlardan bir hafta kahvaltı parası almayacaksın.”
Zeki akıllı, aklına yattı, pazarlıkla bir günü kabul etti. Devamında Selim Amca,
“Yapacağın şey çok basit, sen ekmekleri çok kalın dilimliyorsun, millete de sanki ekmeğin göbeğini yemeyin der gibisin. Yarın daha iyi bir bıçakla şimdikinin üçte biri kalınlıkta ekmekleri dilimle, sonucu birlikte görelim.”
Tecrübe böyle bir şey.
Ha, ekmeğin dışı şişmanlatmıyor mu sorusunun cevabını da alacağız inşallah!